loading . . . ‘10 Ekim Katliamı’nı neden unut(a)mayız? 10 Ekim Katliamı Evrensel’de hak ettiği öneme uygun bir biçimde anıldı. Saldırının çoklu katman ve boyutları üzerine nitelikli değerlendirmeler yapıldı. Değerlendirmelerin ortak noktası, katliamın unutulmaması talebiydi. Bu pazar yazısında, 10 Ekim katliamını neden unut(a)mayacağımız sorusuna bir de ülke siyasetinin yapısal boyutları ve faşizan baskı ikliminin dinamikleri üzerinden yaklaşmakta fayda var.
* * *
10 Ekim 2015 öncesinde, 7 Haziran seçimlerinde iktidar oy kaybetmiş, toplumun geniş kesimlerine hitap eden Halkların Demokratik Partisi ciddi bir başarı elde etmişti. Bu yükseliş temmuz 2015’te kurulan ve geniş kesimlerce desteklenen Barış Bloku ile taçlandırılmıştı. Barış aklının yükselişini ve iktidarın gerilemesini durdurmak için 10 Ekim 2015’te atılan bu vahşi adım, barışçı yükselişin karşısına dikilen engellerin en büyüğüydü. Egemenlerin yönetim krizi yaşadığı her dönemde baskıyı yoğunlaştırma ve meşruiyet dışı yollara sapma kuralına bir kez daha uyulmuş oldu.
Ankara Garı önünde katılımcıların arasında patlatılan bombalar, ülke tarihinin en büyük kayıplı saldırısı olarak kaydedildi. 100’ün üzerinde kişi yaşamını yitirdi, 400’e yakın katılımcı yıllarca tedavi gerektiren sağlık sorunları yaşadı, çok sayıda kişi hayatını engelli olarak sürdürmek zorunda kaldı. Kişinin geleceğine sahip çıkma hakkına yönelik en ağır darbelerden biri, zehirli etkisi gelecek kuşaklara miras bırakılarak vurulmuş oldu.
Bir savaş ortamını andıran patlama sonrasına ilişkin görüntüler milyonları etkileyen travmatik sonuçlar yarattı. Polislerin yararlıları hastaneye yetiştirmek için çırpınan kitleye biber gazı sıkması ve cankurtaranların geç gelişi yaşanan travmayı zirveye çıkardı. Sosyalist mücadele içinde olanlarca kanıksanmış olsa da kamu gücünün yurttaşın karşısına böylesine bir pervasızlıkla çıkarılması zihinlere kazındı.
Ankara Gar Katliamı davasının gelişimi, iktidar sahipleriyle hakikat ve adalete ulaşmak isteyenler arasındaki algı ve tutum farkının bir diğer göstergesi oldu. Katliamdan sekiz ay sonra tamamlanan iddianame üzerinden 7 Kasım 2016’da başlayan davada savunmanın kritik öneme sahip taleplerine kulak tıkandı. Miting ortamında bir “Güvenlik zafiyeti yoktur” yaklaşımıyla yola çıkan hukuk aklından, geleceğin katillerini korkutacak bir sonuç doğmadı. Soruşturma gizlilik kararı altında yürütüldü, deliller usule aykırı uygulamalarla ayıklandı, gerçek sorumlular yargılamaya dahil edilmedi ve cinayet şebekeleri ile girilen kirli ilişkiler yumağı bir kez daha çözülmedi. Yargının siyasal bir hedef doğrultusunda kullanılması sürecinde bir eşik, 10 Ekim yargılamalarında göstere göstere aşılmış oldu.
10 Ekim Katliamı’nı izleyen dönemde baskı ve şiddet yeniden yükselişe geçti. Bugün en vahim örneklerini yaşadığımız demokrasi dışı siyasetin bir ön adımı olarak, 1 Kasım 2015’te yenilenen seçimlerde, iktidar eski oy oranına döndürüldü. 10 Ekim Katliamı’ndan itibaren toplum üzerindeki tahakkümün ve siyasal mühendislik uygulamalarının artırıldığı görüldü. Faşizan bir yükseliş başlatılmış oldu.
* * *
Türkiye’de “devletin bekası” için meşruiyet dışı yöntemlere başvurulması yeni bir durum değil. 1960’ların başından itibaren yükselen muhalefet dalgasına karşı yapılan saldırılardan da anlaşılacağı gibi, muhalif odakları engellemek ve hatta filizlenmesinin önünü kesmek için devletin doğrudan ya da dolaylı aktörü olduğu şiddet uygulamaları geleneği, kuşaktan kuşağa aktarılmış ve ne yazık ki kanıksanmış bulunuyor.
Bunun yanında, sınıfsal, etnik ve dinsel ayrımlar üzerinden yapılan saldırılar bireysel ve kolektif hafızamızda canlıyken, yaşananların hesabının sorulmamış oluşundan kaynaklanan ve hem psikolojik hem de sosyolojik boyutu olan tahribat, kalıcı bir barış arayışında olanları zorlayan bir etmen olarak varlığını koruyor. Önceki devlet örneklerinden günümüze kalan dokunulmazlık zırhı ile kollanan faillerin varlığı vicdanları yaraladığı gibi benzeri katliamlar için cesaret vermeye devam ediyor. Yaygın bir adaletsizlik algısı, aşılmış olduğu iddia edilen karanlık ağların varlığını ve bazı kesimler için öldürme imtiyazının sürekliliğini gösteriyor.
Öte yandan 10 Ekim 2015 günü patlamadan sonra yaşananlar, devletin güvenlik politikalarındaki negatif bir dönüşümü de tescilledi. Katliam, günümüzde yoğun baskısı altında yaşadığımız “güvenlik devleti” anlayışının yerleşmesinde ve kolluğun iç siyasette rol oynamak üzere yeniden yapılandırılmasında bir dönüm noktası oldu. Patlama sonrasında kurtarma çabası içindeki kişilere polis tarafından gaz ve su sıkılması, yaralıların sağlık kuruluşlarına ulaştırılması görevinin miting katılımcılarınca yerine getirilmek zorunda kalınması, daha sonra giderek daha sık karşılaşacak olduğumuz ‘suçlulaştırma pratikleri’nin ve ‘dayatılmış kutuplaşma’nın en kitlesel örneği oldu. Temel insan haklarını savunmak ve siyasal alanda aktif olmak gayrimeşru sayılırken; iktidar, tabanını korkutarak ikna etmede kullanacağı “ezeli düşman” olarak bir kez daha hakkını arayanları işaret etme fırsatı buldu.
Bir başka açıdan bakıldığında, Türkiye siyasal tarihinde örnekleri çok olan ‘mazlumun suçlulaştırılması’na bir yenisinin eklendiği görüldü. Yasal emek ve meslek örgütlerinin düzenleyicisi olduğu, Ankara Valiliğine önceden bildirilmiş bir mitingde, benzeri gösterilerde alınan kanıksanmış önlemlerin alınmamış oluşu, bu mitingin katılımcılarını koruma ihtiyacının duyulmadığını ve hatta ondan ötesini gösterdi. Bu gerçeklik, intihar saldırısını yapan örgüte ve hatta kişilere ait bilgilerin önceden emniyet teşkilatının elinde olduğu ve bunların uzunca bir süredir izlendiği bilgisiyle birleşince durum daha da mide bulandırıcı bir hal alıyor. Eşit yurttaşlık algısının bir gözbağı, güvenlik hakkının “makbul vatandaş” tanımına girmeyenler için bir lüks olduğunu hatırlatıyor.
Patlama sonrasında alanı terk eden trafik polislerinin geride bıraktığı araçları yaralıları hastaneye taşımak için kullanmaya çalışanların “Kamu malına zarar verme” ve “Kamuya ait araçların suç işleme amacıyla kullanılması” iddiasıyla gözaltına alınması, hastane bahçesinde bağırarak kan anonsu yapan bir emekçinin ‘suçlu’ olarak yargılanmış olması, polisin hayatını kaybedenlerin ve yaralıların yakınlarının ifadelerini alırken takındığı itham edici tavır ve ifadesi alınan kişilere patlamanın faillerinin ortaya çıkartılmasına yönelik soru sorulmamış olması, ‘devlet’ kavramını eleştirel bir gözle, yeniden mercek altına almayı gerektiriyor. Terör saldırısı mağdurunu terörist olarak etiketlemekten kaçınmayan egemenlerin kendi çıkarlarına hizmet etmediğini gördüklerinde hak ve özgürlükleri nasıl araçsallaştırdıkları ve hatta yok saydıkları su yüzüne çıkıyor.
Tüm bu nedenlerle 10 Ekim Katliamı’nı unutamayız!
* * *
Devlet tarafından tehdit unsuru olarak görülen siyasal, etnik ve mezhepsel muhalif gruplara uygulanan şiddetin ülkemiz tarihinde pek çok örneği mevcut. Resmi ideolojinin ‘öteki’ olarak tanımladıklarına yönelik şiddetinin yöntemi dönemlere göre değişse de bu konuda hazin bir süreklilik mevcut. Bu koşullar altında, siyasal alanı düzenlemek için en vahşi biçimde kullanılan terör eylemlerini sınıf mücadelesi açısından analiz etmek boynumuzun borcu.
Ancak, devletin baskıcı geleneğine karşı direnirken; kapitalist aklın, piyasalaştırma ve metalaştırma politikalarının emek kesimlerine sunduğu acı reçeteyi dayatırken şiddeti nasıl bir araç olarak kullandığını gösterirken; iktidarın ihtiyacına göre aşındırdığı kamu güvenliği politikalarını deşifre ederken, yitirdiğimiz güzel insanları birer analiz nesnesine indirgeyecek cümlelerden uzak durmamız, karşılaştırmalar ve genellemeler yaparken dikkatli olmamız, katliamda kanıyla, canıyla bedel ödeyenlerin yüz akı özneler olduğunu akıldan çıkarmamamız gerekiyor.
Karanlık güçlerin yoldaşlarımızı öldürerek vermek istediği mesajı reddedişimizi, onların anısına sahip çıkarak, onların birer sayı değil ortak hayallerimizi paylaştığımız bireyler olduğunu unutmadan ifade etmemiz, bunu yaparken yitirdiğimiz o güzel insanların fotoğraflarına bakmayı, yarıda kesilen yaşam öykülerini öğrenmeyi ihmal etmeden mücadele etmemiz gerekiyor. https://www.evrensel.net/yazi/97870/10-ekim-katliamini-neden-unut-a-mayiz